2007 yılında eski bir dostun tavsiyesi ile dinlemeye başladığım İzlandalı grup Sigur Rós ve sindire sindire, belki de günlere yayarak izlemeniz gereken belgesel filmleri Heima.
Bu adamların, dolayısıyla Heima'nın insan üzerindeki uç noktadaki etkileri ender rastlanan derinlikte ve büyüklüğüne şasılası huzura sebep oluyor. Belli dozda alındığında Sigur Rós'un depresyona karşı tedavi edici gücünün olduğuna dahi inanıyorum. Düşüncelerin yada gerginliklerin varlığınızı ele geçirdiği günlerde dinlemeniz dileklerimle..
Zaman zaman adının ülkenin adının önüne geçtiği başkentlerden biri Beyrut. Mesela etrafımdaki insanların bile tatilimi geçirmek için Lübnan’ı neden seçtiğimi bir türlü anlayan bakışlarla bakmalarına karşın, Beyrut’a gidiyorum deyince onların gözünde birden tatilimin anlamlanması gibi.
Ne de olsa Beyrut Beyrut olalı Ortadoğu’nun Paris’i olarak ün salmıştır dünyaya. Toprakları tarih boyunca sayısız kez savaş alanına dönmesine rağmen kelimenin tam anlamıyla her seferinde küllerinden doğmasını bilen, savaşlarla yaşamaya alışmış, yorgun insanların yaşadığı ülke.
Lübnan hakkında genel bir bilgiye ulaşmak için de başkent Beyrut bence en doğru adres. Ülke geneline yayılmış kültürel ve ekonomik uçurumun en keskin çizgileri de, savaşın yok ettikleri ile edemediklerinin ayni karede fotoğraflanması da, Ortadoğu da, Paris de bu şehirde.
1991 yılında resmen sona eren Lübnan iç savaşı ile harabeye dönen şehir son olarak da 2006’da İsrail hava saldırılarından da nasibini alarak bugün şehrin birçok farklı noktasında binalarda bıraktığı izlerle halen varlığını hissettiriyor. Bu yerleşimlerin ağırlığını hissettirdiği sokaklarda belki de birçok Avrupa kentinde dahi göremeyeceğiniz kadar fazla ve son derece lüks araçları görmek ise özellikle turistler açısından en ilginç karelerden biri olarak hafızalarda yerini alıyor.
Şehrin iki ana yaşanılası merkezi var. Bunlardan ilki içinde Amerikan Üniversitesi, Pigeon Rocks, cafe ve alışveriş merkezleri ile ünlü Hamra Caddesi’nin oluşturduğu bölge. Bir diğeri de Downtown olarak adlandırdıkları ihtişamlı binaların, Sultan Ahmet Cami’sinden esinlenerek inşa ettikleri en büyük camileri Muhammed El Amin’in ve gençlerin en yoğunlukta vakit geçirdiği meşhur Gemmayze.
Beyrut’un son yıllarda özellikle çevre ülkelerden ziyaretçi çekme sebebi ise akıl almaz gece hayatı. Her ne kadar beni bekleyen şeyi az çok tahmin edebildiğimi düşünsem de, gerçeğin beklentimden çok öte olduğunu ancak ordafarkedebildim. Şehirde büyük bir sektöre dönüşmüş mekânlar saymakla bitmez, fakat şehirde en çok nam salmış olanlar Skybar, B018 ve White ile başlıyor ve alıp başını gidiyor.
Turist kültürünün gelişmeye başlamasına rağmen sayıları bir elin parmaklarını geçemeyen hostel ve guesthouse’lar sebebi ile konaklama sektörü halen otellerin kontrolünde. Hal böyle olunca da konaklama fiyatlarının bu derece yüksek olması şehrin tek dezavantajı. Son dönemde Pegasus Hava Yolları’nın Istanbul-Beyrut arasına ekomik uçuşlar koyması ise meraklıları için büyük avantaj. Bu sebepten Beyrut gece hayatının cazibesini de kullanarak haftasonu kaçamağı için dahi seçilesi bir aday oluyor.
Eskişehir’de yaşadığım dönemde türlü zorlukla oluşturmaya başlamıştım arşivimi. Şehre gelişi neredeyse ay sonunu bulan sayılı sayıdaki dergiye ancak birkaç dükkânda ulaşabilmek ve onları da bulamama korkusuyla ayin başlamasıyla başlayan dükkân sahiplerini darlamalarım.
Sahip olduğum tek arşivimin başrol oyuncusu çok sevdiğim altyazı, üniversitede istisnasız her ayin birkaç haftası benimle derslere girerken, bugün benimle işe gelemese de evimizin bas köşesinde yerini aldı.
Yılda 11 sayı, yani yaklaşık 9 yılın emeği ile bu ay dergi 100. sayısını kutluyor.
Bu 100 sayı boyunca hiç renk değiştirmemesi ve seyirci kitlesini belirlerken kullandığı popülerizmden uzak dili sayesinde gerçek sinema izleyicisinin değer verdiği bir dergi halini aldı altyazı. Türk ve Dünya festivallerine, sinemanın bilinmeyen isimlerine, bu ise gönül verenlere de detaylıca yer vererek diğer sinema yayınlarının birçoğundan kendisini ayrı bir yere konumlandırdı. En önemli farklılığı ise vizyondaki filmleri ne sadece vizyonda oldukları için, ne de popüler sinemayı dikkat çekmek adına kullanmaması ile yarattı: gerçekten üzerinde belki de saatlerce düşünülebilecek, tartışılabilecek, yazılabilecek filmler ve yaratıcıları üzerinden içeriğini hazırlayarak, böylelikle sinema sanatı adına kayda değer bir kaynak halini alarak, bu sebepten okuyucuları altyazı arşivi yapmak ihtiyacı duymalarını sağlayarak.
Basta Fırat Yücel olmak üzere sinemayı seven, sinemayla uyuyan ve sinemayla yasayanların yarattığı, kendi tabirleri ile sinemaya tek başına gidenlerin, sinemada uyuyanların, filmlerle aşık olanların, filmlerle çoğalanların dergisi.
Filmin gerçek bir hayat hikâyesinden almış olduğu konusunun anlatılması bugünekadar karsılaştığım tüm kaynaklarda ayni cümlelerle anlatılmış: Brown ailesininhayatta kalmayı başarabilen 13 çocuğunun ve özellikle bu çocuklarından biri olan doğuştan beyin felçli olarak dünyaya gelen Christy’nin hikâyesi.
İşte kişisel etkiler de bu noktadan sonra ortaya çıkıyor.
Christy Brown’un vücudunda kullanabildiği tek uzluğu sol bacağı ve önceleri kimsenin inanmadığı beyni gücü. Annesinin oğluna inanması ve bitmek bilmeyen uğraşları sonucu Christy yaşama tutunmaya çalışıyor. Sol ayağı ile yazmaya ve sonra resimler çizmeye başlıyor, keşfediliyor, eğitimler sayesinde konuşmaya başlıyor, âşık oluyor, aşkına karşılık bulamayarak en kontrol edemediği yıkımı yasıyor, kendi çimentosunu kendi kardığı odasının içinde ise daktilosu ile bu filme konu olan hayat hikâyesini, My Left Foot’u yazıyor.
Her hareketinde normalin üzerindeki zekâsı ve imkânsızı tanımayan kişiliği ile Christy Brown azimle başarı hikâyesini nesilden nesile aktarmayı başarıyor.
Sinema uyarlamasında ise başrolünde The Unbearable Lightness of Being(1988)’in aşk adamı, İtalya’da ayakkabı üretimi tutkusu yüzünden tüm seti İtalya’ya taşıtarak Martin Scorsese’yi dize getirdiği Gangs of New York(2002)’un acımasız Bill the Butcher’ı, There Will Be Blood(2007)’ın Oscar’lık hırslı babası Daniel Day-Lewis’in oynaması hikâyeye hak ettiği değeri verme konusunda en doğru karar olsa gerek.
Daniel Day-Lewis'in filme hazırlanırken haftalarca hastanede yaşaması, sadece sol ayağını kullanarak yaşamayı denemesi, çekimler sırasında da canlandırması gereken bozuk vücut seklinden dolayı iki kaburgasının kırılması hatta Christy’i anlamak için uzun sure tedavi görmeme konusunda da inat etmesi de rolü ile gerçekten bir bütün olmayı istemesinden kaynaklanıyor.
Performansı ile seyircisini bir yandan hikâyenin tam olarak içine çekerken, bir yandan da hikâyenin tüm duygusal yükünü yine kendisi omuzlarında taşıyor. Zaten bana göre yasayan en başarılı oyunculardan biri iken bu filmle birlikte benim için zirveye oturuyor. Hayran olunası kişilik ve karizma sahibi Daniel Day-Lewis ilk Oscar’ına ulaşırken, hiç tartışmasız meslektaşlarına ders verircesine gerçek bir efsaneye imza atıyor.
Jim Sheridon ve Daniel Day-Lewis’in In the Name of the Father (1993) ile devam eden iş ortaklığı da My Left Foot (1989) ile başlıyor. Yönetmen her detayı dozajında vermeyi tercih ederek bu hikâyedeki drama rağmen hiç bir zaman seyircisini sömürme yoluna gitmiyor. Bu açıdan da film günümüz sineması ile kıyaslanınca kendini ayrı bir yere konumlandırıyor.
“ First they ignore you, then laugh at you, then they fight you, then you win.” Gandhi