21 Ekim 2010 Perşembe in

My Left Foot

Filmin gerçek bir hayat hikâyesinden almış olduğu konusunun anlatılması bugüne kadar karsılaştığım tüm kaynaklarda ayni cümlelerle anlatılmış: Brown ailesinin hayatta kalmayı başarabilen 13 çocuğunun ve özellikle bu çocuklarından biri olan doğuştan beyin felçli olarak dünyaya gelen Christy’nin hikâyesi.

İşte kişisel etkiler de bu noktadan sonra ortaya çıkıyor.

Christy Brown’un vücudunda kullanabildiği tek uzluğu sol bacağı ve önceleri kimsenin inanmadığı beyni gücü. Annesinin oğluna inanması ve bitmek bilmeyen uğraşları sonucu Christy yaşama tutunmaya çalışıyor. Sol ayağı ile yazmaya ve sonra resimler çizmeye başlıyor, keşfediliyor, eğitimler sayesinde konuşmaya başlıyor, âşık oluyor, aşkına karşılık bulamayarak en kontrol edemediği yıkımı yasıyor, kendi çimentosunu kendi kardığı odasının içinde ise daktilosu ile bu filme konu olan hayat hikâyesini, My Left Foot’u yazıyor.

Her hareketinde normalin üzerindeki zekâsı ve imkânsızı tanımayan kişiliği ile Christy Brown azimle başarı hikâyesini nesilden nesile aktarmayı başarıyor.

Sinema uyarlamasında ise başrolünde The Unbearable Lightness of Being(1988)’in aşk adamı, İtalya’da ayakkabı üretimi tutkusu yüzünden tüm seti İtalya’ya taşıtarak Martin Scorsese’yi dize getirdiği Gangs of New York(2002)’un acımasız Bill the Butcher’ı, There Will Be Blood(2007)’ın Oscar’lık hırslı babası Daniel Day-Lewis’in oynaması hikâyeye hak ettiği değeri verme konusunda en doğru karar olsa gerek.

Daniel Day-Lewis'in filme hazırlanırken haftalarca hastanede yaşaması, sadece sol ayağını kullanarak yaşamayı denemesi, çekimler sırasında da canlandırması gereken bozuk vücut seklinden dolayı iki kaburgasının kırılması hatta Christy’i anlamak için uzun sure tedavi görmeme konusunda da inat etmesi de rolü ile gerçekten bir bütün olmayı istemesinden kaynaklanıyor.

Performansı ile seyircisini bir yandan hikâyenin tam olarak içine çekerken, bir yandan da hikâyenin tüm duygusal yükünü yine kendisi omuzlarında taşıyor. Zaten bana göre yasayan en başarılı oyunculardan biri iken bu filmle birlikte benim için zirveye oturuyor. Hayran olunası kişilik ve karizma sahibi Daniel Day-Lewis ilk Oscar’ına ulaşırken, hiç tartışmasız meslektaşlarına ders verircesine gerçek bir efsaneye imza atıyor.

Jim Sheridon ve Daniel Day-Lewis’in In the Name of the Father (1993) ile devam eden iş ortaklığı da My Left Foot (1989) ile başlıyor. Yönetmen her detayı dozajında vermeyi tercih ederek bu hikâyedeki drama rağmen hiç bir zaman seyircisini sömürme yoluna gitmiyor. Bu açıdan da film günümüz sineması ile kıyaslanınca kendini ayrı bir yere konumlandırıyor.

“ First they ignore you, then laugh at you, then they fight you, then you win.” Gandhi