You Are At The Archives for Temmuz 2010

30 Temmuz 2010 Cuma in ,

Jack Johnson

Son 4 yılda elde ettiği tüm konser gelirlerini hayır işlerine özellikle de doğa ve doğa koruyucu insanlar için harcayan, asıl mesleği sörfçü olan Jack Johnson sonunda bu ay itibari ile son albümünü çıkarttı, diğer albümlerinden pek de farkı olmayan buram buram yaz kokan, tam bir yolculuk albümü: To the sea!

Adında tahrik unsuru olmasının yanı sıra ruhu sakinleştirici ve aynı zamanda verdiği farklı enerji ile içinizin kıpır kıpır etmesine sebep olan özelliği olan bu albüm de gücünü önceki albümler gibi doğallığından alıyor.

Albüm dinlenirken kimi insan mest olurken kimi insanın sıkıntıdan patladığına şahit olmadım dersem yalan olur. Baktığınız zaman ortaya çıkan 5 albüm ve ilk etapta birbirinden ayırmada güçlük çektiğimiz yaklaşık 60 şarkı.. az biraz dinledikten sonra ise keşfedilen ayrı tatlar..

Tüm albümlerinde olduğu gibi sanki birileri melodileri, sözleri kulağınıza fısıldıyormuş ve biriyle dertleşiyormuş hissiyatı yaratıyor yine. Bu son albümün adından da tahmin edebileceğiniz gibi her an duyabileceğiniz dalga ve doğa seslerinizin canınızı sıkmaması ve amacına uyması açısından kışın güneşsiz havalarda dinlenmesi tavsiye edilmiyor. Kış süresince özlememe rağmen şarkılarını azmedip dinlememe sebebim de bundandır.

Jack Johnson’ın bence en başarılı albümü olan On and On (2003)’ın üzerine çıkmasının pek de mümkün olmadığını düşünsem de albümün keşfi açısından yaz bitmeden, özellikle yolculuk yapacaklara şiddetle tavsiye edilir, to the sea'nin çıkış şarkısı eşliğinde :



18 Temmuz 2010 Pazar in

Serseri Mayınlar

Havalar da bi türlü yaranamıyorlar insanlara. Rötarlı da olsa geldi işte sonunda yaz. Mikail’den rica ettik ama o öldürdü. Bu günlerde sıcaklar insanın kanını buharlaştıran cinsten, özellikle de İstanbul’da yaz karman çorman, yapış yapış. Çalışan insan doğasının vazgeçilmezi tatil özlemi ile şartları kabullenmek arasında gidip geliyorum. Bide son günlerde düşünce yoksulu insanlar ve özlemlerim canımı sıkmaya başladı. Ben tüm bunları unutturacağını bildiğimden film izlemeye verdim kendimi. Ama bu sefer ne izleyeceğim çok önemliydi pozitif enerji ile dolmak adına. Riske atmamak için de bildiğimden vazgeçmeyerek şeker gibi bir filmi tekrar izleyerek kendime geldim:

Türk asıllı İtalyan yönetmen, medarı iftiharımız Ferzan Özpetek’in son filmi Serseri Mayınlar, kendi tabiri ile yönetmenin en iyi filmi.

Yönetmen neredeyse her filminde olduğu gibi tekrar gay ilişkilere, aile faktörüne, arada kalmışlığa yoğunlaşıyor rengârenk görüntüleri, zaman zaman yerinde durmak bilmeyen kamerası eşliğinde. Bu sefer 3.karakterlerin baskısı, özgürlüğün kısıtlanması, içsel problemler gibi ciddi konulara uzansa da bunu seyircisinin çok da üstüne gitmeden, onları burkmadan, eğlence unsurlarının en üst düzeyde olduğu bu film ve masalsı sonu ile sunuyor.

İçinde kötülükten eser olmayan Serseri Mayınlar’ın her karakteri doğal ve sevgi dolu olunca ortaya bu derece sempatik bir film çıkmış. Yan rollerin de ise bu sefer o anda orda olma isteği yaratan İtalyan sokakları, atmosferi tamamlayan İtalyan müzikleri, duyguları zirveye çıkardığı noktada bir Ferzan Özpetek klasiği olan Sezen Aksu çıkartması ve filme ayrı bir tat katan makarnalar.

İlerde pişman olmamak için babaanne gibi yaşamak gerek,
Babaannenin tabiri ile serseri mayın olmak gerek.

http://fizy.com/#s/1jppuf

in

Soraya'yı Taşlarken


-->

Özellikle bir kadın için izlemesi oldukça güç filmlerden biri Soraya’yı Taşlarken.
Bunun en önemli sebebi ise ekranda gördüklerimiz dışında, şüphesiz ki anlatılanların gerçek olduğunu bilmemiz!
Bir insanın canına hiçbir kanıt olmadan kıyabilme kararı, hiçbir haksızlığa sesini dahi çıkaramayıp anında durumu kabullenebilmek zorunluluğu, güdülen insanlar, içinde din adamlarının da olduğu bir grup erkeğin dini tam da istediği gibi yorumlayarak kadını yeryüzünden silme konusundaki inatçılığı.
Kadın varlığının insan olarak dahi görülmediği ve kadın sesinin hiçbir hükmünün olmadığı sert bir film Soraya’yı Taşlarken. Film 4 çocuğunun annesi aynı zamanda eşinden boşanıp, 14 yaşında bir kızla birlikte olmak isteyen bir adamın, eşinin kendisinden ayrılmayı kabul etmemesine verdiği tepkiyi, dini de arkasına alarak getirdiği noktayı konu alıyor.
Filmin Oscar dahil olmak üzere birçok festivalde en iyi yardımcı kadın oyuncu dalında adaylıklar kazanabilmeyi başarmış oyuncusu Shohreh Aghdasloo'nun da başarılı performansıyla hikayenin hakkını vermeyi başarıyor. İran’ı konu alan bu hikayede yönetmen koltuğunda Amerikan yönetmen Cyrus Nowrasteh'in oturuyor olması ise filmdeki tek soru işareti. Taşlama sahnesinin filmde oldukça açıkça işlenip ve uzun süre yer alması izleyicisini sorgulamalara iterken, etkilenme kat sayısını arttırıyor. Atılan her taş izleyicisinin boğazına saplanırcasına acıtıyor.. o taşların baba, evlat yada eş tarafından atılmasına şaşırırken, konudan uzak kalan halkın da şuursuzca bi o kadar kin ve öfke ile savurduğu taşlarda şaşkınlığı son noktaya taşıyor.
Anlamlandıramadığımız olaylar silsilesi ile örülmüş bir senaryo.
Bu tarz yargılamaların halen günümüzde de birçok bölgede ülkede yaşanıyor olması gerçeği.