Pages

25 Nisan 2010 Pazar

Köpek Dişi


Geçtiğimiz hafta bugün 29.İstanbul Film Festivali'nin son gününde festivalde belki de en çok izlemeyi istediğim Mr.Nobody’e son dakika numarasız bilet bulmanın mutluğunu yaşamıştım. Yaklaşık iki buçuk saat süren bu görsel ve yaratsal sorgulayıcı görsel şölenin ardından festivali belki de zirvede bırakmak adına başka filme girmemeyi düşünürken, yine bir son dakika kararı ile kendimizi salonun içinde bulduk. İyi ki de bulduk!

İkinci izlediğimiz film olan Yunan yapımı Köpek Dişi’nden çıktıktan sonra filmin bende ki etkilerini ciddi boyutta anlamlandırma güçlüğü çektim. Geçen süre zarfında filmin genel fikrinin yanı sıra, yan hikâyeleri düşünür olduğumu, bazı sahneleri rahatsız ola ola içimden tekrar tekrar yaşadığımı fark ettim.

Film, sebebini tam anlatmamak ile birlikte çocuklarını muhtemelen dış dünyadan koruduğunu zanneden bir anne babanın ve üç ergen çocuğunun dünyanın varlığından bi haber yaşamını konu alıyor. Bireyin hayatını aynı dört duvar arasında, aynı insanlar ile akla gelebilecek tüm kavramlardan uzakta yaşayınca, zombiler aslında sarıçiçekler ya da uçaklar sadece birer oyuncak olunca, yaşanan mekânın modernliğine tezat, karakterlerdeki şuursuzluk, ilkellik, donukluk ve vahşiliğin öne çıktığı, izlemesi alabildiğine zor film çıkmış ortaya.

Filmin tamamında Haneke sineması ile paralellikler bulmamak elde değil. Minimal unsurlar ile anlatımın zenginleşmesi bana göre hikâyenin ana fikri ile de birebir örtüşmesi belki de en güzeli. Film ayrıca her an bir düşünce ya da hareket ile izleyici şaşırtma potansiyelini barındırıyor. Derdini seyircisini rahatsız etmekten zevk alırcasına anlatıyor. Kardeşler arası fiziksel güce dayalı sonunda etiket ile ödüllendirilen vahşi oyunlar, cinselliği keşiflerinde ki dışarıdan hiçbir sağlıklı zihnin anlamlandıramadığı olaylar, bahçeye giren kedinin en tehlikeli canavar ilan edilmesi ve kediyi yenmenin tek yolunun köpek gibi davranarak aynı zamanda havlamak olduğuna ev halkının kendini kaptırması, evden tek çıkış yolunun köpek dişlerinden birinin düşmesi ile gerçekleşebileceği düşüncesinin çocuklara empoze edilmesi, eve giren yabancı kişi ve nesnelerin filmin kırılım noktasını oluşturması, aydınlanma ile birlikte sürpriz bir vahşet ile filmin sonlanması.

Köpekdişi seyircisine olabildiğince uçlarda ulaşan bir film. Hal böyle olunca da ya seyircisini absürtlükleri ile öne çıkarak anlamlandırılmamış bir 90 dakika sonucunda karar kıldırıyor ya da tam zıt noktasında konumlanarak kesinlikle bir başyapıt olmaya aday oluyor!

24 Nisan 2010 Cumartesi

Yol Arkadaşım


-->
Bugün fark ettim pasaportumun geçerliliğin sona erdiğini.
Bi süre daha baktım tam anlamıyla dank edene kadar.
Ne kadar da çok zaman geçmiş işlevini yitireli.
Zamanında her günümü seninle geçirdiğim yol arkadaşım,
Meğer ne kadar da uzak kalmışım senden.
Geçerliliğini uzatmak gerek,
Bana ve gelecek gezilerime umut olasın diye.
Tam tersini düşünmek içimi karartıyor.
Özgürlüğümü kaybetmiş gibi..
Keşfetmeyi ve yaşamayı unutmuş gibi.
Ne zaman olacağı umurumda değil.
Söz! O güne kadar sabredebilirim.
Yeter ki mail kutumda uçak biletinin olduğunu biliyim.

17 Nisan 2010 Cumartesi

Başka Dilde Aşk

Aynı dili konuşan insanların bile zorlandığı gerçeklikte, sadece aynı dili konuşmadan bile anlaşmanın zorluk ve ağırlığının yanında, hiç konuşmadan anlaşabilinir mi?

İşitme engelli Onur ve çağrı merkezinde çalışan Zeynep’in hikâyesini anlatıyor film. Durum genel geçer ilişkilerden farklı olunca da çevredeki herkesin ilişkiye bakış açılarındaki inanmamazlık ve tüm engellere direnmeye çalışan iki kişi bir aşk.

Belki de biraz o gün ki ruh haliminde etkisiyle olsa gerek ben hayatımda ilk kez bir fragman izlerken gözyaşlarımı tutamadım. Biliyorum beni bu filme çeken en büyük sebebi: başka dilde aşk.

Senaryosunu sağlam temeller üzerine kuran film, küçük detaylar ile izleyicinin bu tür hayatların derinliklerine dahil olmasına sebep oluyor. Zaman zaman canını acıtsa da hiçbir karesinde popüler sinemanın vazgeçilmezi olan acıtasyon engeline takılmamayı da başarıyor. Engelli kişilerin normalin üzerinde gelişmiş olan 6.hislerini hesaba pek de katılmaması ile filmin neredeyse tamamına yakınında elde ettikleri gerçeklikten uzaklaşılsa da, yine bu sayede filmin en etkileyici sahnelerinden birini hayata geçirirken, seyircisini ağlamak yada nefesini tutarak olacakları seyretmek arasında bırakıyor.

Film ile tanıştığım en büyük gerçeklik ise sanırım Onur karakteri için gerçekleştirilebilecek belki de en muhteşem oyunculu sergileyen Mert Fırat olsa gerek. Mert Fırat’ın özellikle geçmişi ile yüzleştiği sahneler ve ilişkisi için savaştığı sahnelerde insanüstü bir performansa imza attığını düşünüyorum. Bu hikâyeyi doğal oyunculuğu ile bütünleştiren Saadet Işıl Aksoy ve olgun bir oyunculuk sergileyerek rolüne hakkını veren Lale Mansur ile film tam anlamı ile bir bütünlük kazanıyor.

Bundan yıllar önce İlksen Başarır ve Mert Fırat hayal gücü ve duyarlılıklarını birleştirdikleri bir fikri senaryolaştırma karar vermeleri ile Başka Dilde Aşk’ın temelleri atılmış. Mert Fırat’ın yoğun ısrarı ile de İlksen Başarır ilk filmine de imzasını atmakta ve başrol oyuncusu olarak da Mert Fırat’da karar kılmış.

İyi ki de böyle olmuş..

Ortaya böyle mükemmel bir film çıkmış.

9 Nisan 2010 Cuma

New York I Love You*

Birkaç yıl önce çekilen Paris Je'taime‘in ardından sıra şimdide New York I Love You’daydı.

Öyle bir film ki, her karesinden onlarca ünlünün fışkırdığı, bu sebepten bile izlenilir olması gerektiğini düşündüğüm bir film. Oyuncular bir kenara, film aynı zamanda dünyaca tanınmış birbirinden başarılı 15 yönetmeni de bir araya getiriyor ve izleyiciye eşi benzeri bulunmaz bir tecrübeye davet ediyor. Bunları bence bir şekilde kesiştirmeye çalıştıkları ama birbirinden bağımsız kısa hikâyelerden yapıyor. İşte bu yüzden belki de filmden beklentilerim artar oldu ve sonunda zamanında izleyemediğim filmi kendimce doğru bir zamanlama ile izlemeye başladım.

Ve gerçekten filmi izlerken öylece kalakaldım.

Bu kadar yönetmen, onca oyuncu, her an seyircisinin ilgisini üzerine çekme potansiyeli olan ama olamamış kısa filmler, benim için hiçbir anlam ifade etmeyi beceremeyen başlı başına New York şehri.

Filmlerin ortak noktası New York’u karmaşası, göçmen hayatları, devasa metropol gerçekliği ve aniden biten hikayelerle anlatmaları olmuş ki bu da bir noktadan sonra izleyiciyi kısır döngüye itiyor.

Filmin biz Türk izleyicileri için muhtemel artısı Fatih Akın’ın Hollywood sinemasında, dediğim gibi dünyaca ünlü sinemacılar ile aynı projede yer alması olabilir. Bu tarz girişimleri bizleri halen heyecanlandırdığı bir gerçek. Fatih Akın da kendine ayrılan bölümüyle, Uğur Yücel ile, İlhan Erşahin ile, yarattığı küçük hikâyecik ile beni ister istemez heyecanlandırsa da ne yazık ki pek de sıyrılamıyor filmin geri kalanından.

Bence hikâyelerin ve filmlerin başarısızlığı ne yazık ki kanımın bir türlü ısınamadığı New York şehrinin ta kendisinden kaynaklanıyor. Çünkü şehrin verdikleri çoğu zaman karmaşasının önüne geçemiyor ve hal böyle olunca da çıkan filminde aceleye gelmiş bir film izlenimi vermesi doğal belki de.

Sonuç olarak da filmin çıkış amacına zıt düşen yönetmenlerin New York’a hayran olmadıkları bir film çıkmış ortaya.


*New York I Don’t Love You



1 Nisan 2010 Perşembe

once


Film Dublin'de geçer. İrlandalı bir sokak müzisyeni ve Çek bir kızın kesişen hayatlarına tanık oluruz.

Oyuncusundan diyaloglarına, senaryosundan çekimlerine kadar bu filmi en yerinde anlatan kelime doğallığı olurdu heralde. Hiç bir ekonomik kaydı güdülmeden çekilen once, asıl mesleği müzisyen olan insanların başrollerini paylaştığı, müzikleri ile bütün olabilmiş bir İrlanda filmi. Falling slowly Oscar'da yılın En İyi Film Müziği ödülünün sahibi olurken ki bence şarkının asıl başarısı filmle birleşince insanlar üzerinde bıraktığı duygulardır, bunun yanında When your mind's made up , If you want me ile uzayıp giden şarkı listesi.

Filmi ilk izlememin ardından böyle büyük bir sadeliğin bendeki etkilerine gerçekten şaşırmıştım. Filmi ne kadar seversem seveyim, herkesin izlemesi gerektiğini düşündüğüm filmlerden biri değildir once. Bir filmden ne beklediği ile doğru orantılı olarak filmin anlamları şekillenir insandan insana. bazıları için bu kadar doğallık can sıkcı olabilirken, bu tarz filmleri seven kişilerin suya teslim edilmiş vücudun denizin yüzeyinde hissettiklerine benzer bir duyguyu evde yaşanabilmesi için izlenmesi gereken sakinleştirici niteliğinde film once.

Uzun süre etkisinden kurtulamazsınız muhtemelen tam kurtulmaya yüz tutmuşken bir kez daha izlenir,dinlenir. Biten ama bitemeyen aşklar, uzak hikayeleri, zorluklar ki hayatın ta kendisi, herşeye rağmen hayatla barışık kalabilmek, hayeller, inanmak , birlikte başarmak , en güzeli dostluklar ve belki ismiyle cevaplamaya başladığı sorular..

How often do you find the right person?