Pages

11 Mayıs 2010 Salı

Bal

Yumurta süt bal..

Semih Kaplanoğlu’nun son 4 yıla damgasını vuran, Türk sinemasında bolca örneklerini izlemediğimiz üçlemesi. Üçlemeyi Yusuf’un hayatına, çocukluğuna doğru ilerleyen bir zaman çizelgesinde izliyoruz.

Üçlemenin son filmi namı diğer Golden Bear ödüllü Bal’da babası ile olan ilişkisine, yaşamından kesitine, duygularına, hayata şahit oluruz Yusuf’un mimiklerinde. Okumayı sökemeyen, arkadaşları ile iletişim kurmayan, annesi ile dahi konuşmayan Yusuf için varsa yoksa babası vardır. Yusuf rolündeki Bora Altaş öyle bir çocuk oyuncu ki böyle zor ve normal üstü oyunculuk isteyen bir rolde tüm filmi alır götürür. Filmin başarısında Yusuf’un başarının katkısı kaçınılmazdır. Yusuf konuşmadan izleyici hem güldürmeyi hem de derinden etkilemeyi sadece yüzündeki ifadeler ile gerçekleştirmeyi başarabilmiştir.

Filmin geneline baktığımız zaman durağanlığın ve karanlığın zirve yaptığı üçlemenin en zor izlenesi filmi olduğu sonucuna varıyorum. Bal bir Semih Kaplanoğlu klasiğine dönüşerek akamayan hayatlar ve ilerleyemeyen zamanlar üzerinden seyirciye ulaşıyor, türünün örneklerden farklı olarak bunu her biri ayrı güzellikte ki fotoğraf kareleri ile değil de, her biri ayrı ayrı uğraşılmış bir ressamın elinden çıkmış tablo gibi sahneler ile başarıyor. Filmin özellikle ilk yarısında zamana yayılmış kısır konusu, bu sayede seyirciye detaylar üzerinde düşünme, zaman zaman kendi hayatını ele almak yada bu tarz derinliğe inilmese de en basitinden sahnenin derinliklerini, her bir fırça darbesini keşfetmemize yardımcı oluyor. Filmin ardından küçük detaylarda bile kişinin hayatından bulduklarının yanı sıra yüzleşmemize de vesile oluyor.

Acaba bir gün ben de tamamen kendi ürettiklerimiz ile kurulmuş hayatımda , koşturmacadan uzakta, kovadaki suda ayın görüntüsünün böyle etkileyici olduğu bir gecede , alabildiğine yeşil manzaralı camın önündeki sedirde uyuyakalabilir miyim?

9 Mayıs 2010 Pazar

Ürdün


Bol bol okuduk.. Toplandık durduk.. Tartıştıkça tartıştık.. Sonunda yine elimizde kesin bir plan yoktu. Ne hangi gün hangi şehre ulaşacağımız kesindi, ne de hangi hostellerde kalacağımız. Büyük bir belirsizlik, zaman zaman endişeye yol açan cinsten. Yoksa büyük bir özgürlük müydü bu his? Sadece git.. nereye istersen.. yada ne zaman istersen..

Böyle yolculuklar puzzle gibidir. Her soru işaretini en iyi şekilde çözdükten sonra, bir sonraki evreye geçebildiğin, yavaş yavaş ilerlediğin, ilerlerken yorgunluktan çok haz veren, gün geçtikçe gizemini ve tabi ki yolculuğunla arandaki bağlılığını arttıran bir oyun. Biz oyunumuzda farklı hayatların üzerinden uçup geçmek istemedik. Görerek, tanıyarak, korkarak, kimi zaman çilesini çekerek geçmek istedik farklı insanların arasında farklı topraklardan. Bu sebepten kara yolculuğunu seçtik Mısır’a gitmek için. Günlerce biz oturduk, onlar gaza bastı.

İlk durağımız Ürdün’ün ilk başkenti olan Maan’dı. Aslında bu bir konaklamada sayılmazdı. Çünkü şehir turistik bir şehir olmamasının yanı sıra bizim şehre varışımız 03.00 sularıydı. Şehirde yanan tek ışık olan internet cafe’nin çalışanları yardımlarıyla boş bir cafe bulduk. Ortada bir gaz sobası, çevresinde ısınmayı bekleyen titreyen eller ve üzerinde nane yapraklı mısır çayı.. ilk yudumlar korkularak alındı çaydan.. Sonunda hala hayattaydık. Hem de fonda sabahın ilk ışıklarına kadar Ürdünlüler ile yapılan muhabbetlerin de etkisiyle yüzümüz gülmeye başlamıştı.. Çaresizliğimizin büyük bir şaşkınlık ve tecrübeye dönüştüğü ilginç bir geceydi. Kara iklimi etkisiyle dondurucu gecelerde çıplak ayaklarıyla sandalet giyen insanlarla tanıştığımız bir geceydi.

Sıra, günün ağarmasının ardından Ürdünlülerin yardımıyla Akabe’ye yolculukta. Mısır, İsrail ve Kızıl Deniz manzaralı bir hostelde yolculuğun dördüncü gecesinde, her türlü pisliğin içinde dahi olsa sonunda yatakta uyanmanın inanılmaz zevki. Akabe; Ürdün’ün tek limanının, tek sahilinin bulunduğu, son derece gelişmiş, modern Kızıl Deniz’e kıyısı bulunan bir şehir.

Akabe’den yarım saat uzaklıktaki Vadi Rom; kızıl ve sarı tonlarında göz alabildiğince uzanan küçük kumlar ve oluşturdukları devasa bir çöl… Etrafında sislerin arkasında kendini gizlemeye çalışan dağlar ve oluşturdukları büyük vadi... Tabiî ki güneşin batışı sırasında renkten renge giren gökyüzünü… Ve bir anda görebileceğiniz tek şeyin yıldızlar olması da, mükemmel atmosferi tamamlayarak belki de günümüz insanının hayatında zor bulunan huzuru depolama istediğine sebep oluyor.

Ve Ürdün’ün en görülesi bölgesi olan Petra Antik Kenti’ni de mutlaka gezi planınıza almalısınız. Bizim çeşitli sebeplerden dolayı Petra’ya uğrayamamız yıllardır içimde kalmış kocaman bir pişmanlık, umarım bi daha ki sefere..