İlkokuldan başladım ve inatla üniversitenin son sınıfına kadar 3 aylık yaz tatilleri kadar gereksiz başka bir şey yoktur, bence kısaltılmalı tezini savunmaya, hem de etrafımda ki her türlü baskıya rağmen. 3 ay bana hep büyük özlemleri çağrıştırırdı, uzun ve sanki vakit kaybı gibi gelirdi. Şimdi ise hayatıma ilk kez 3 ay ara vermeden devam etmeye çalışıyorum hayata ve şimdi gerçekten anlıyorum o günlerin değerini. Fiziksel ve ruhen yorulduğunu her kendi kendine kaldığında hissetmene rağmen oyunu kurallarına göre oynamak için debelenmek, hem de tüm bunlar ne için!e yanıt bile bulamamama rağmen. Tatil özlemi bi taraftan, bana asıl koyan kendimi özgür hissetmemek oldu resmen. Koşturmacanın içinde düşünmeye, üzülmeye, ağlamaya, özlemeye, sevmeye, yaratmaya, gezmeye hak ettikleri zamanı ayıramamak.
Son günlerde en çok Brugge’da olmak istiyorum. Gördüğüm şehirlerin en huzurlusu bana meditasyon yapsın istiyorum kendi kendine. Bunun hayalini kurarken bile Brugge gitsem keşke diyemiyorum, hafta sonuna bi de bir gün ben eklesem de gitsem keşke diye bilincin baskınlığına kaptırıveriyorum hayalleri.
Ama şimdi Brugge’de olsaydım böle mi olurdu. Bunları sorgulamama izin verir miydi Brugge. Çikolatalarına birer sanat eseri kıvamında davranan, o şekilde sunan ve karşılığında da inanılmaz yüksek meblağlar talep eden butik çikolatacılar arasında seçim yapıyor olurdum vitrinlerine baka baka. Ardından bide hangi çikolatalardan istediğimi seçme faslı gelirdi. Ne de olsa o küçük şehirde tüm tarih kokan Arnavut kaldırımlı sokakları merkeze çıktığından 3-5 dakika daha yürüyüp manzaraya karşı dünyanın yiyip yiyebileceğiniz en güzel çikolatalarını yerdim. Tamam işte bu kadar basit. Mutlu olmamak mümkün mü?
Hazır meydana gelmişken her turistin yaptığı 2 şey vardır. Biri meydanı çevreleyen kafelerden birinde oturup biranın anavatanında yüzlerce seçenek arasında bira içerek meydanın ve binaların seyrine dalmak ki bu gerçek bir Belçika klasiğidir. Bir diğeri de meşhur The Church of Our Lady’nin filmlere konu olmuş o daracık merdivenlerinde 300 küsür adım atıp şehre yukardan bakmak ya da In Brugge’da Colin Farrell’in direttiği gibi yukarı çıkmayı reddetmek. Çünkü şehrin büyüsü gerçekten aşağıda hissettiriyor kendini.
Brugge kimsenin sinir stres sahibi olmadığından emin olduğum 117bin kişinin yaşadığı küçük bir şehir. Bugünlerde Batı Avrupa’nın Venedik’i olarak adlandırılsa da bence o eşi benzerine rastlanmayan binlerce yıllık büyüleyici mimarisi ve tarihte yolculuk hissi ile Venedik’e haksızlık etmek istemesem de daha etkileyici olduğunu düşünüyorum. Asıl gücünü de şüphesiz ki II.Dünya Savaşı’ndan etkilenmeyerek Avrupa mimarisinin en korunaklı, en gerçeki en eski örneklerini kanal gezisi ile keşfedilmesine imkan vermesinden alıyor olsa gerek.
O kadar yol gitmişken Brugge’un parklarına uğramadan, değirmenlerini görmeden ve o dönemi hala yaşatmaya çalışan butik otellerinde kalmadan dönmek olmaz. Şehir ne kadar büyüleyici olsa da burada geçirilecek 1-2 gece şehrin tamamını yaşamaya yetecektir.
Şehri merak edenlere başrollerini Brugge ve Colin Farrell’in oynadığı In Bruges tavsiye edilir.
*It’s in Belgium
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder