You Are At The Archives for Haziran 2010

27 Haziran 2010 Pazar in

Antichrist

İzlemek için bu derece sabırsızlandığım ve meraklandığım bir film uzun zamandır olmamıştı sanırım; kendisini dünyanın en iyi olarak ilan eden Lars von Trier’in beklenen sansasyonel filmi Anti-christ!

Gerçekten de söyledikleri gibiymiş.. Muhtemelen olup olabilecek en muntazam açılış sahnesine sahipmiş film. Görselliğin, kadrajın müzikle mükemmel uyumu. Anasözün söylenmesinin hemen ardından Lars von Trier motiflerini keşfetmeye başlarız. Yine bölümlere ayrılmış hikâyesi, hareketli aniden yakınlaşan görüntüleri ve şüphesiz vazgeçmek bilmediği sorgulamaları.

Yönetmenin bu güne kadar izlediğim tüm filmlerinde sosyal, sistemsel, kişisel olayları Europa(1991) gibi hakkında hiç bakılmamış açıdan bakarak, Dogville(2003) gibi bu güne kadar çekilmemiş şekilde çekerek dile getirdiği sözleri vardı. Çekmiş olduğu filmlerine ortak olarak getirilen eleştirilere yanıt olarak özellikle Manderlay(2005)’in ardından dile getirdiği nokta filmin kolay okunabilir olması gerektiğine olan inancıydı. Bu açıklığa rağmen izleyicisini düşünmeye ve tartışmaya sevk etmesi ise öncelikli isteğiydi. Aldığı tüm tepkiler ya da eleştirilere rağmen de seyircisine hedeflediği gibi ulaşmayı başardı. Ta ki…

Yönetmen seyircinin karşısına ilk kez okunması bu derece güç, kapalı, netlik kazanmayan ama izleyicisi tartışmaya sevk eden, seyircinin duygularını rahatlıkla alt üst eden bir filmle çıkıyor. Yıllardır içinde bulunduğu depresyon ile harmanlıyor senaryosunu. İlk kez bir filminde kamerasını kendi kullanmaması ya da zaman zaman çekimlerde korkularının yine şiddetlenip seti terk etmesi yine içinde bulunduğu ağır depresyondandır. Başrolünde oynayan Charlotte Gainsbourg’a söylenen sözlerde, onun yanıtlarında, giderek ağırlaşan depresyonunda, “Freud öldü, değil mi?” diyerek bilinçaltını kapsamına almayan modern tıpa göndermelerde sadece Lars von Trier’in ta kendisini görüyoruz. Charlotte Gainsbourg’un eşi rolünde izlediğimiz Willem Dafoe ise aklı ve bir Lars von Trier’in olmazsa olması merhameti temsil ediyor. Sinema ile tanıştığından beri dile getirmiş olduğu gerçeklik yönetmenin mutlak doğruya, mutlak iyiye karşı duran tavrıdır ki Antichrist’da kadına yüklediği bu tavır hatta zaman zaman mazoşist bir hal alan bu tavır karşısında erkeğe pek de şans tanımamıştır.

Sınır tanımadan kaleme aldığı senaryosunda korkulara, doğaya, kadına, kötülüğe tarihsel ve dinsel göndermeler ile değiniyor yönetmen çocuklarını kaybeden bir çiftin üzerinden. Sinema tarihinin belki de en sadist ruh hallerinden birine tanıklık ediyoruz. Bu sadist ruh halini şiddetle hissetmemize sebep senaryosu kadar, inanılmaz derecede rollerinin hakkını vererek izleyici gerçek anlamda şaşırtan oyuncularının başarısıdır. Filmin ilk gösterimi sırasında Cannes’da sinema salonunda bayılan ya da filmi tamamlayamayan kişilerin sayısı hatırı sayılır derecede fazla olması da bu sebeptendir.

Basically, I'm afraid of everything in life, except filmmaking.” Lars von Trier.


26 Haziran 2010 Cumartesi in

Bitter Moon


Oscar: What happened to your dancing classes?
Mimi: Dancing must come from the heart..
Oscar: So?
Mimi: My heart is broken...

Baştan sona aşkı konu alsa da aşktan öte hislerle yoğunlaşan, yoğunlaşmamıza sebep olan sıra dışı bir film aslında. Aşkın yoğunluğunu özellikle cinsel çekimle vurgulayan yönetmen, bu cinselliği ise iki çocuğunun annesi olan Emmanuelle Seigner ile seyirciye aktarması da ayrı bir cesaret örneği.

Aşkın bıkkınlığa, nefrete, şiddete, acımasızlığa, acizliğe zaman zaman saçmalamalarına seyirci oluyoruz. Tüm bu duygularla örülen senaryonun merak eşiğinin düşük olması filmin akıcılığını ve farklılığı sayesinde türevlerinden ayrıldığını söyleyebiliriz.

Yönetmen koltuğunda Roman Polanski’nin oturması ise durumu biraz farklı kılmaktadır…

Yaklaşık 30 yıl önce 13 yaşındaki bir kız çocuğuna uyuşturucu kullanmaya zorlaması ve cinsel istismar sebebi ile Polanski kırmızı bülten ile yıllardır aranıyordu. Çözümü Fransa’ya sığınmakta bulan yönetmenin en verimli dönemi de yine bu dönem olmuştur: Bitter Moon, The Ninth Gate ve en iyi yönetmen Oscar’ını kaptığı Piyanist de bu kaçak döneminin filmlerindendir. Yönetmen 2009 yılında yakalanarak hala hayatını geçirdiği İsveç’de ev hapsine çarptırılmıştır.

Polanski’nin hayatı hep uçlarda geçmiştir. II.Dünya Savaşında henüz 10 yaşındayken Nazi askerlerinden kaçarak hayatını kurtarması, annesinin Auschwitz’de öldürülmesi, ilk eşinin cinayete kurban gitmesi ve hayatının yarısını geçirdiği illegal dönem. Bu sebeplerden olsa gerek Polanski’nin sağlıksız zihni.

Hal böyle olunca da Bitter Moon gibi bir filmde işlenenlerin de hayalgücü ya da yaratıcı düşünce gücünden öte sağlıksız zihninden geçen düşünceler ya da bilinçaltında yer alan karmaşalar sonucu oluşma düşüncesini güçlendiriyor. Polanski’nin filmlerinden olanların hayalgücünün ötesinde düşünceler ile şekillenme düşüncesi ise filmlerini bence zaman zaman irrite olmamıza sebep oluyor.

Meğer intikam gerçekten de soğuk yenen bir yemekmiş...

14 Haziran 2010 Pazartesi in

stereomood.com





Son zamanlarda her türlü ruh halime en çok o eşlik ediyor.

Zaman zaman insanın aklına dahi gelmeyecek ruh hallerine ithafen düzenlenmiş, moduna göre ritim veren internet radyosu.

Bir grup insan oturup böyle bir playlist yaratmışlar. Yayınlandıktan sonra aslında ne kadar da basit bir fikir olduğunu düşünsek de adamlar düşünülmeyeni düşünüp en işe yarar şekli ile izleyicisine sunmuşlar. Sayfa aynı zamanda fondaki fotoğraftan, extra playlist yaratımına kadar kişiselleştirme özgürlüğü de sağlıyor.

Duyduklarınız, bildikleriniz, dinlemek istedikleriniz dışında da seçenekler sunarak bi nevi keşfe davet.. bi nevi nabza göre şerbet..

in

A Single Man


Uyanmak son 8 aydir aci veriyor..

A Single Man 60`lı yılları konu alan Christopher Isherwood`un aynı adlı romanından filme alınmştır. George 8 ay önce bir trafik kazasında kaybettiği hayat arkadaşı Jim`in ölümünün etkilerini henüz hayatından atamamıştır. Hala ayni yerde olduğunun farkına varmanın soğukluğu... işte bu sebepten artık uyanmayı hiç de sevmeyen George, takim elbisesini giyerek maskesini taktığını ve insanlardan hali ruhiyesini gizlediğini düşünmektedir. Film özellikle açılış sahnesindeki seyirci üzerindeki ani etkisi ile kendisini özel kılar. Benim gibi iç sesleri seven biri olarak açılış sahnesinin hemen ardından gelen ve film boyunca da bizi kendine çeken iç seslerin çok yerinde kullanıldığını ve sadelikleri ile bizi konusuna hızla dâhil ettiğini söyleyebilirim.

Filmin George`un hayatına son verme istediğini anlatan tek bir günü konu alır.

Sabah saatlerinde yerinden alınan tabanca ve aksam yerine konan tabanca arasında gecen zaman dilimi.

Konusunun ve oyunculukları ile çok da büyü başarılara sahip olmasa da filmin asil basarisi filmin mimari Tom Ford`dan kaynaklansa gerek. Tom Ford, Yves Saint Laurent`in stilisti, Gucci`yi batmaktan kurtaran kişi, Tom Ford markasının yaratıcısı, Vogue'un deyimiyle "stili ile dünyayı ele geçirecek" insandır.
Hal böyle olunca da ilk yönetmenlik denemesinde dönem filmi gibi zorlu bir konuya cesaret eden Tom Ford görsel açıdan bir efsaneye imza atıyor. Birçok sinema yorumcusu tarafından da görselliğin ve anlatımın `kusursuz` olarak tanımlandığı film, Tom Ford görselliği ve detayları ile sinema sanatına aşılması zorlu bir örnek teşkil edecek gibi durmaktadır.

Filmi özel kılan bir diğer nokta ise eşcinsel aşkı konu alan filmin, Tom Ford`un hayati ile birebir benzerlikler taşıması. Filme konu olan George-Jim`in 16 yıllık ilişkisi gibi Tom Ford da Richard Buckley ile 23 yıldır birliktedirler. Yine filmde olduğu gibi 2 adet köpeğe sahip olan çiftin köpeklerini filmde oynatmaları da bunun ayrı bir kanıtı.

Kısacası bu kadar kendinden bir hikaye, bu kadar konusunda hakim olan bir stilist ve ortaya çıkan bir ilk film: A Single Man.

Ve birden bire o gerçek oldu.